Gönderen Konu: ATASÖZLERİMİZ/ VECİZELER/ GÜZEL SÖZLER/ TEKERLEMELER(2)  (Okunma sayısı 26021 defa)

is

  • Ziyaretçi
ATASÖZLERİMİZ/ VECİZELER/ GÜZEL SÖZLER/ TEKERLEMELER(2)
« : Haziran 06, 2009, 08:04:03 ÖS »
ATASÖZLERİMİZ/ VECİZELER/ GÜZEL SÖZLER/ TEKERLEMELER(2)

            İki şey pek korkunçtur:
            Anlaşılmamak ya da yanlış anlaşılmak.


           İnsanların anlaşılmayı isteme duygu ve düşünceleri, yaşları ilerledikçe gelişen, büyüyen bir çizgi izler. Yanlış anlaşılma korkuları, bilhassa, şahsiyetlerinin gelişmeye başladığı, gençlik yıllarına adım atma dönemlerinde gelişir.

           Gençlerin şahsiyetlerini kazanmaya başladıkları günlerde, yanlış anlaşılma duyguları, bazı gençlerde, öyle yüksek derecelerde kendini gösterir ki; yanlış anlaşılacağı duygusu yüzünden, çoğu zaman hareketlerini kısıtladıkları, bazı davranışlarda bulunamadıkları, bazı topluluklara giremedikleri olur. Normal olarak yapılması gerekli hareketlerde dahi, kendilerini kısıtlama, yanlış anlaşılırım korkusu ile bâzı zarurî davranışlardan kaçınma durumuna dahi girerler. Ancak bu davranışlarının yanlış anlaşılma duygusu ile geliştiğinin farkında da olmayabilirler. Böylece yanlış anlaşılırım duygusundan uzaklaşamadıkları için kendilerini, ne kadar cendereye soktuklarını da göremezler.

           Tüm yaşamında "yanlış anlaşılırım" kokularıyla yaşama durumunda olanlar, kendi yakınları veya çevresindeki "yanlış anlaşılma korkusu olmayanlardan" örnek almalarıyla; anlaşılmamak gibi bir korkunun, düzgün yaşama kurallarını öğrenip, ona göre hareket etmeleri sonunda, "yanlış anlaşılmaktan" korkulmayacağı bilgisini edinmeleriyle, bu korkularından uzaklaşacakları duygusunu, dereceleri ve süreleri, şahıstan şahısa değişmek üzere, kazanırlar.

           İnsanların her hareketinin, karşı taraflarca anlaşılmasını beklemek, genellikle bu kimseleri sıkıntıya sokar. Bu durumun olmaması için, hareketlerimizin genel kaidelere/ kurallara, örf ve âdetlere, insanların çoğunluğunun inançlarına ters düşmemek üzere yapılması, hem bizler için, hem de tüm cemiyetteki fertler için, daha uygun olacaktır. Bunu bu şekliyle kabul etmek, insanların prensiplerinden, yaşama zevk ve şevklerinden uzaklaşmak anlamına gelmediğini; belirli bir süre sonra, olgunlaşmaları ile kolayca anlayabildiklerini görmemek mümkün değildir.

           Bilindiği üzere yanlış anlaşılma duygusunu taşımayan kimselerin, uç noktalarda gezen kimseler olarak, bâzı çevrelerden uzaklaşmalarına, bâzı kimselerle irtibat kuramamalarına sebep olması kadar doğal bir sonuç olamaz. Uç noktalarda gezerek, çoğunluğun ezici tepkileri ile karşılaşmamak da mümkün değildir. Bu nedenle bir toplulukta yaşayan insanların, aynı hareket tarzları olmasa da, genel olan hareket tarzlarını sergilemeleri, o cemiyetin fertlerinin bir millet olma, bir devlet olma duygu ve düşüncelerine katılmalarının, bir cemiyet içerisinde sosyal bir kişilik olarak yaşamalarının, uygun hareket tarzları olacağını, kabul etmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, anlaşılmama duygusuyla, cemiyet içerisinde başıboş gezmeleri anlamına gelen hareket tarzları, karşılarına tepkili şahısların çıkmalarına da vesile olabilecektir.

           Özetle, anlaşılmamak korkusundan uzaklaşmamız gereklidir. Bu korkumuzu yendikten sonra, uç noktalarda gezinmeden, genel hareket tarzlarının benimsenmesine yönelik duygu ve düşüncelerimizi geliştirerek; cemiyet içerisinde yaşama standardımızı yükseltmeye çalışmamız gerekir.

           Açıkça belirtmek gerekir ki, ne korku ile yaşamalıyız; ne de korkusuz denebilecek kadar pervasız(çekinmeden/ sakınmadan yaşayan) olmalıyız. “Yaşama dört elle sarılma” anlamında, kendimizi cemiyetin bir ferdi olarak hazırlamak üzere, kendimizi geliştirmeye çalışmalıyız. Bu konuda yanlış yapmadığımız kanaatine vardığımız zaman, olgunlaştığımızı görecek ve “yanlış anlaşılmak” duygusundan uzak; huzurlu bir hayat yaşayacağız demektir.

*-*-*-

            Bak şu çeşmeye! Su içecek tası yok.
            Kırma insan kalbini! Yapacak ustası yok.


           İnsan kalbi denildiğinde, sadece et, kan, sinirden oluşan bir organ anlaşılmamalıdır. İnsan kalbi, tüm güzelliklerin kaynağı olması sebebiyle, sanki kalp denilen organımız maddî canlılıktan öte, manevî bir canlılık ifâdesi olarak, “kalp gözü” ifâdesiyle, güzel duygu ve düşüncelerin, sevginin ve şefkatin kaynağının kalp olduğu anlatılmak istenmektedir.

           Bir çeşmenin görevi, insanların susuzluğunun giderilmesini sağlamak olduğuna göre, çeşme denilince akla gelen, su içmek için bir tasının olması zorunluluğudur. Çeşme mevcut olsa dahi, tası yok ise, insanların buradan su içmeleri kolay olmayacaktır. Eski zamanlarda her yerde çokça bulunan, “Ata yâdigârı” olarak boy gösteren çeşmelerin, bırakınız taslarını yok etmeyi; üç kuruşluk dünya menfaati sağlamaya yönelik olmak üzere, meşrubat/ su satabilmek için, çeşmelerin akmalarını önlemek suretiyle, fonksiyonlarını kaybettirdik. Ata yâdigârı çeşmelerin görevlerini iptal ettirerek; güzel hasletlerin üzerini örtmeye yönelik faaliyetleri fazlasıyla görür olduk. Bu memleketimizin kanayan bir yarası olarak; neşter vurulacağı günü bekleyen sorunlarımızdan binlercesinin içerisinden sadece bir tanesidir. Belediyelerin görevleri arasında, mutlaka çeşmelerin ihyâsı gündemde tutulmalı, insanlara hizmet için tesis edilmiş çeşmelerin fonksiyonlarını kazanmaları için çalışmalar yapılmalıdır.

           Tası olmayan çeşmenin görevini tam yapamaması gibi, insan kalbinin kırılması ile bir daha kalbin görevini yerine getiremeyeceği düşüncesinin ileri sürülmesi; insanlarla olan münasebetlerde, kalpleri kırmamanın ne kadar önemli bir insanlık görevi olduğunun altı çizilmektedir.

*-*-*-

           Sakın ha! Aptallarla tartışma!
           Başkaları aranızdaki farkı anlamayabilir.


           Aptal tâbiri ile, zekâsı gelişmemiş, alık, ahmak, zekâ yoksunu kimseler kastedilmektedir. İnsanların, belli bir zekâ düzeyinde konuşma yapmaları, sohbet etmeleri, diğer insanlarla münasebetlerinde, belli zekâ düzeyinde kimselerle konuşup, dertleşmeleri sosyal yaşantı içerisinde arzu edilen hallerdendir. Ancak karşımıza çıkan her insanı, aptal mı, yoksa akıllı mı diye sınıflamalara tâbî tutarak ayırım yapma duygusu içerisinde hareket etmek, hiç kimsenin hakkı değildir. Zira insanların, hele ilk tanışmalarda, akıllı/ alık/ ahmak/ aptal sınıflamalarına göre değerlendirilmesi, asla söz konusu olamaz. Olmamalıdır. O zaman bizler cemiyet içerisinde yaşama hakkımızı kendi ellerimizle kısıtlamış oluruz.

           Elbette bu iki cümlede, ne olduğu bilinen, konuşmalarında aptallığını defalarca ispatlamış kimseler kastedilmektedir. Bu kimselerden uzak durulması öğütlenmekte; aptallıkları bilinen bu kimselerle tartışmanın yanlışlığı ortaya konulmaktadır. Bu kimselerle konuşulabilir; ancak "tartışılamaz" olduklarının akıldan çıkarılmaması gerekir.

           Aptallarla tartışılmamasının gerektiği ifade edilen bu iki cümleden oluşan sözde, haklı olunan konu, aptalca hareketlerde bulunan kimselerden uzak durulmasının, tartışmaya giren taraflardan her ikisinin de yıpranmaması isteğinin önemine işaret edilmesidir. Bu işaretin mânâsı, aptallığı belirgin olan kimsenin gerçek niyetinin ne olduğuna bakılmaksızın, bu kimselerden uzak durulmasıdır. Bu kimselerden uzaklaşılmadığı takdirde, tartışan iki tarafın kapasitelerini ölçmenin mümkün olmaması nedeniyle; akıllı olan kimsenin de, aptallar sınıfından olduğu düşüncesine, bu kimselerin tartışmalarına şâhit olanların kapılabilecekleridir.

*-*-*-

           Ye yağlıyı iç suyu; donarsa donsun.
           Ye tatlıyı içme suyu; yanarsa yansın.


           Böyle bir kanaate varabilmek için biyolojik yönden ilmi araştırmaların yapılmış olması gerekir. Zaman içerisinde söylene gelmiş bu sözün, sofrada yağlı/ tatlı yendiği zaman, yapılması/ yapılmaması gereken hareket tarzının söylenmesinin hikmetini, bilemem. Ancak genel olarak yağlı yendikten sonra suyun içilmesinin/ tatlı yendikten sonra suyun içilmemesinin söylenmesinde, tatlıya dayanıklılığın ölçülmesi mi esas alınıyor?

           Bu konuda da fikir ileri süren görünmüyor. Yine de bizler bu sözün bir hikmeti vardır deyip; yağlılardan sonra su içmeye; tatlılardan sonra su içmemeye, sanırım devam edeceğiz. Elbette aksi ispat edilen ilmi çalışma/ araştırmaların gündeme gelmesiyle; bu şartlanmayı sağlam zemin üzerinde tartışmaya açabiliriz, kanaatindeyim.

*-*-*-

           Dünya malı elde iken, hep düşmanlar dost olur.
           Elde bir şey kalmayınca, dost bile düşman olur.


           Bu atasözünün denendiği, çağlar boyunca bu sözün haklılığının ispatlandığı, kaçınılmaz bir gerçektir. İnsanların paraya, pula, maddî dünya varlıklarına itibar etmeleri pek bilinmeyen bir şey değildir. Ancak bu atasözünün muhatapları her devirde, para peşinden koşan; para peşinde gurur ve haysiyetlerini ayaklar altına alırcasına, paralı kimselere yağcılık yapan kimseler olarak hep vardır. Hep de var olacaklardır.

           Paranın çekiciliğine kapılıp; zengin kimselere dost olduklarını ifade edenlerin bu görüntülerinin, dost dedikleri kimselerin zenginliklerinin kalmadığında, tamamen değişerek, dostluktan çıkıvermeleri, bu kimseleri hemen terk etmeleri, az görülen olaylardan değildir. Bu nedenle şayet zengin kimselerdenseniz; etrafınıza toplanacak parazit kılıklı kimseleri ayırt etmeniz, sizin hayat tecrübelerinize kalmıştır. Zenginliğinizi kaybetme durumu yokken, bu kimselere dolaylı olarak zenginliğinizin bittiğinin ima edilmesi ile, bu kimselerin, derhal yan yollara saparak sizden uzaklaşmaya çalıştıklarını göreceksiniz. Tedbirlerinizle birlikte bu kimseleri elimine etmeniz, kara gün dostlarınıza yakınlaşmanız, sizler için en hayırlı yol olacaktır.

*-*-*-

           İçme ki, mayanı ortaya koymayasın.
           Cebindeki paranı, soydurmayasın.


           “İçkinin zararlarını bilmeyen yok gibidir” desek de, bir kısım içki içenler, özellikle kendi içtiklerine bahane bulmak, ya da kılıf uydurmak pahasına, içkinin faydalarını anlata anlata bitiremezler. Eğer çevrelerinde kibar insanlar da varsa, bu kimselerin kibarlıkları sonucu, itiraz etmeyeceklerini de bildiklerinden, başlarlar içkinin faydalarını anlatmaya:

           İçki, kalp damarlarını açarmış;
           İçki, gamı kederi kaldırır atarmış;
           İçki, insanlar arasını muhabbetli kılarmış;
           İçki, ağrılara, sızılara iyi gelirmiş;
           İçki, heyecanı kaldırır, rahatlatırmış;
           İçki, aklı toplamaya yardımcı olurmuş. Sayabildiğiniz kadar sayınız!

           İçkinin sayılan bu kadar faydasının yanında, yukarıdaki başlıkta bulunan iki cümlelik güzel sözde belirtilen mayayı ortaya koyma gibi, parayı soydurma gibi yanlışlar da nereden çıktı denilebilir.

           Evet! İçkinin faydasını içenler anlatır. Ancak ilim böyle mi söyler? Hayır. Tamamen tersini söyler. Bir kadeh alkol kalp damarlarını açar sözünün, tıp literatürlerinden kaldırılmasının üzerinden en az 35- 40 seneye yakın bir zaman geçmiştir. Zira kalp damarlarını açar diye tavsiye edilen içkiyi, “kalp damarlarının çeperlerini tahriş ederek, damar çeperlerinde zararlanmalara sebep olur” diyen ilim adamlarının sözüne uygun hareketle, doktorlar tavsiye listesinden kaldırmışlardır.

           İçki, gamı kederi kaldırır atarmış; doğru olan bu mudur? Hayır. Koskoca bir yanlış/ yalan da, bu ifadedir. Zira içki içenlerin büyük çoğunluğu, hayatta yapamadığı işlerin hesabını/ muhasebesini, içki başında yapmaya kalktığında, garip bir durumla karşı karşıya kalırlar. İçki içen kimse, tam tabiriyle, “kafayı bulduktan” ya da “zom olduktan” sonra, yapamadıklarının muhasebesini gündeme getirerek, bol bol hayıflanır/ gamlanırlar. Nerede kaldı, içkinin gamı kederi kaldırdığı sözü? Elbette, içki bardağının dibinde kaldığı söylenebilir. Zira her içen aynı tepkiyi vermese de, yapamadıklarının muhasebesine kafayı takarak, hüzünlenmeleri bu sözün yanlış olduğunun ispatı olarak karşımıza çıkar.

   Bir kısım insanların “içki muhabbeti” ifadesiyle ileri sürdükleri muhabbeti, hiç içki içmeden geriden seyreden olmuş mudur? Seyredenler şâhittir. Muhabbet dediklerini, “sarhoş muhabbeti” tâbiriyle ifade etmek, daha doğru olur, kanaatindeyim. Zira bu muhabbetin, içenlerden baskın karakterli olanın/ rütbesi büyük olanın/ makamı üstün olanın konuştuğu; diğerinin dinleyici olduğu, tek taraflı diyalog halinde, daha doğrusu monolog şeklinde olacağı bir gerçektir. Karşılıklı konuşabilen iki içki içeni görmek, istisna olsa gerektir. Gerçek hayattan örnekleri izlemeniz, bu konuda fikir sahibi olmak için yeterlidir. Yazdıklarımdan çok farklı bir durumda olmayacakları gerçeğine şâhit olabileceksinizdir.

           İçkiyi içen, sessiz, sakin, beyefendi/ hanımefendi bir kimsenin, ne kadar pervâsız, pervâsız olduğu kadar da ahlâk kurallarına aykırı hareket etmelerinin az olduğunu söyleyebilir misiniz? Elbette söyleyemezsiniz. Zira efendilikleri/ hanımefendilikleri, birkaç kadehten sonra, kadeh diplerini boyladığından; arsız, yılışık, saldırgan huylarıyla baş başa herkesi uğraştırır olmasını az mı görmüşüzdür? Bilakis pek fazla görüntü verdiklerini söyleyebiliriz.

           Rahatlamak için alınan bir kadeh içkiden sonra, rahatladığını vehmeden bir kısım gençlerin, nice değerlerini kaybettiklerini söylemek, zannederim yanlış olmaz. Misaller çoğaltılabilir. Ancak fazla lafa da gerek olmadığı kanaatindeyim. Mayasının ortaya çıkması konusunda yazılacak çok şey vardır. Ancak nice sessiz, sakin kimselerin iki kadehten sonra aslan kesildiklerini çoğu zaman görmüşüzdür. Bu nedenle içkinin insanların mayasında bulunan bozuklukları aynen dışa vurdurduğu gerçeğini de inkâr edemeyiz. Bu nedenle daha önce açıklamasını verdiğimiz:
   
           “Söz söyleme, dilsiz desinler. Az konuş, âlim bilsinler.” Sözünde gizli olan, az konuşmanın faydası gibi, içmemenin de, bizleri birçok belâlardan ve sıkıntılardan koruyacağı muhakkaktır. 

           İçki içenlerin soyulma olayları az mı söylenir, durur. Bir iki kadehten sonra, masa arkadaşları tarafından soyulan, ne yaptığını bilmediği için sarhoşun tüm parasının, hatta tüm varlıklarının çek/ senetlerle ellerinden alınmasının görüntüleri o kadar çoktur ki, anlatmakla bitirilemez.

*-*-*-

           Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin fazla değildir.
           Karşındakinin anlayabildiğinden çok da değildir.


           Karşılıklı konuşan, sohbet eden kimselerin birbirlerine katkıda bulunmaları, birbirlerinin bilgi birikimlerinden faydalanmaları söz konusudur. Yukarıdaki iki cümlelik güzel sözde, karşınızdaki kişinin anlayabildiğinden daha çok bilginin olmamasının anlamı, açık olmakla birlikte:

           Karşılıklı konuşmada, karşınızdaki kimsenin algıladığı kadarından fazlasını anlatmış olsanız da, dinleyen tarafından alınan/ algılanan miktar kadar anlatmış gibi değerlendirilirsiniz. Burada dikkat çekilen husus, anlayışı kıt kimselere ne kadar anlatsanız da, söylediklerinizin tesirinin olmayacağının bilinmesidir. Diğer bir ifadeyle, kıt anlayışlı kimselerin dikkatini dağıtan, algılama kapasiteleri üzerinde anlatımların, boşa giden emek olacağı gerçeğidir.

*-*-*-.

           İtimadı lütuf sanıp; borca sarılma.
           Bir gün gelip istenecektir; sonra darılma.


           İtimat edilerek yaşanılan bir dünyadayız. Tüm insanların birbirlerine itimat etmeleri genel kaidedir. İtimatsız kimselerin, başkalarından itimat edilmeyi beklemeleri boş bir bekleyiş olacaktır. Ancak itimat edildi diye, kendilerine itimat eden kimselerden borç almaya kalkmaları karşısında ikinci cümlede ifade edilen, borcun geri isteneceğinin bilinmesinin göz ardı edilmemesi gerektiğidir.

           Her borç zamanı gelince istenecektir. Doğrudur. Borç, istenmek için verilen para/ mal/ v.s.’ dir. İsteneceği bilindiğine göre, geri verme zamanı geldiğinde, borcun istenmesine darılanların olabileceği gerçeğinin hatırlatılmasıyla, dargınlığın yersiz olduğu ifade edilmek istenmiştir.

           İsteneceği belli olan borç için, sanki dostunun kendisine lütfu/ bağışı gibi değerlendirilmesi durumunda, borcun geri istenmesini de dargınlığın gündeme getirilmesi kadar çiğ, çiğ olduğu kadar da yersiz bir tavır olamaz. Bu nedenle borç isterken verileceği günün geleceğinin bilinmesi bir meziyettir.

*-*-*-

           Bana benden olur, her ne olursa.
           Başım rahat eder, dilim durursa.


           İnsanlara dillerinden gelen belalar o kadar çoktur ki, geçmişte atalarımızın ifade ettikleri:

           “Dilin dursun. Başın ihsan bulsun.” sözü, yukarıdaki iki cümleyle ne kadar güzel açıklanmıştır. Tabiidir ki, dilden gelen afetler, belalar çok fazladır. Bu nedenle, insanların dillerini tutmalarının gerekliliği, başının rahat etmesi, dilin tutulmasına, düşünmeden konuşulmamasına bağlı bulunmaktadır. Ayrıca, atalarımızın:
           "Boğaz kırk boğumdur. Düşünerek konuş” diye bizleri ikaz etmelerindeki güzel, güzel olduğu kadar da hikmetli(öğüt verici) sözlerinden hareketle dilimizi tutmamızın gerekliliği açıkça belirtilmiş olmaktadır. Tüm ilim adamları, hikmetli sözler söyleyen bilge kişiler, dilin tutulması, az konuşulması hususunda devamlı nasihatlerde bulunmuşlardır.

*-*-*-

           Hali vakti olanın sofrasında, yiyiciler çok olur.
           Para pul kalmayınca, yiyenler de yok olur.


           Günlük hayatımızın akışı içerisinde, zenginlerin şaşaalı günlerinde yanlarında olan kimselerin, paralarının suyunu çektiği, zengin sofrası kurmaya yetmez olduğu zamanlarda, bu menfaatlerine düşkün kişilerin birer ikişer dağıldıkları, zenginken fakir düşen kimselerin etraflarında kalmadıkları gözlenmiş; ibret sahnesi olarak yaşantımız içerisinde yerlerini almıştır. Bu durumlardan ders çıkaranların, her gördüğü kimseyi dost zannetmemesi konusunda görüş sahibi olması nedeniyle, dost, arkadaş diyebilecekleri kimseleri ince eleyip; sık dokuyarak seçmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Böylece alınan dersler sonucunda, daha sağlıklı dost/ arkadaş ilişkilerinin kurulabilmesinin yolu açılmış olmaktadır.

*-*-*-

           Akıl bir gemidir, fikir dümeni;
           Kullan aklını, göreyim seni!


           Aklın gemiye benzetilmesi, fikir ile birlikte bu geminin yönetimi düşüncesinin hakim olduğu bu sözde, akıl, beden varlığını, bir gemi misali, doğumundan ölümüne kadar,doğru bildiği yönlere çeker, sürükler durur. Bedenin tüm idaresi aklın yönetimindedir. Bilerek veya bilmeden, kendiliğinden cereyan eden olaylar zinciri şeklinde, vücudun idaresinde aklın rolü büyüktür.

           Akıl insanlara verilmiş en büyük nimettir. Ütopik olarak düşünelim. Yeryüzünde bulunan en küçük canlıdan, dev cüsseli fillere, balinalara kadar hangisinde olursa olsun, insanlara verilen aklın zerresi bulunmuş olsaydı, yeryüzünde insan nesli barınamazdı.

           Düşününüz bir kere! Bir sivrisinekte akıl olsaydı; tüm dünya insanları bir araya gelse, akıllı bir sivrisinek nesline üstün gelemezdi. Durum böyle olunca, aklın muhteşem idare edici gücüne yardımcı mahiyette, fikir devreye girmektedir.
Düşünme, anlama ve kavrama gücü, us olarak tarif edilen akıl ile;  düşünce olarak tarif edilen fikir, akılla birlikte beden denilen varlığı taşımakta; doğru yolda gidişine rehberlik etmektedirler.

*-*-*-

            Rakıya verip anırma; adamlığın gitmesin.
            Tütüne verip savurma; ciğerlerin bitmesin.


           Bu iki cümlenin, söylenme şekli aynen alınmıştır. Burada “anırma” kelimesinin konulmasındaki maksat; içki içtikten sonra bağıra çağıra, herkesi rahatsız eden sarhoşlar için kullanıldığından, “anırma” kelimesi ile ifade edilmesi normal karşılanmalıdır. Aksi takdirde, kimseyi rahatsız etmeden içen kimselere, hiç kimsenin bir sözü olamaz. .

           Bir tarihte böyle iki mısralık söz dizisi ağzımdan çıkıvermiş ve not etmişim. Ne kadar garip değil mi? Birinin iptilasında adamlığını kaybediyorlar; diğerinin iptilasında ise, ciğerlerini kaybediyorlar. Bu şekilde mısralara dökme pahasına, alkol ve içkinin zararlarını ayrı ayrı tasnif etmiş gibi olsam da, her iki iptilanın da zararları tescillenmiştir. Zira içki yalnızca adamlığı kaybettirmiyor; aynı zamanda ciğerleri de tahrip ediyor. Sigara yalnız ciğerleri kaybettirmiyor, keseye de dokunuyor, aileye de dolaylı yoldan, pasif içicilikle, zarar veriyor.

           Yukarıda ifade edilen “adamlığın gitmesi” konusunda, içki içenlerin itirazları yükselecektir. Ancak söylediğimiz sözün muhatabı, her ne kadar “ben içerim, aklım da başımda olur” dese de, bir iki kadehten sonra kendinden geçenlerin

(elbette içki içildikten sonra akli melekelerin zayıflaması, düşünme kapasitesinin daralması, içkinin zararlı tesirleri sebebiyledir. Önemli olan içkiye yaklaşılmamasıdır. Uyanıkken, içkiye yaklaşmadığınızda, bu zararlarından kurtulabilme şansına sahipsiniz. Bir kadeh ile bu şansı kaybedersiniz. Zira o ilk kadehten sonra iradeniz sizden ayrılır. İçki bardağının içerisine düşer. Sonra da çıkar çıkarabilirsen. Bana dokunmaz. Ben içerim. Sarhoşta olmam diyenlerin tamamı, alkolik/ sarhoş kimselerdir. Bağımlılık yaptığı için de, hem içerler, hem de bana dokunmaz sözünü, söyleyip dururlar.)

% itibariyle sayıları az da değildir. Hatırı sayılır cinsten, hatta çok da fazladır. Çoğu içki içenlerin takdir edemedikleri bir husus vardır ki, o konuda ilmin söylediklerine itibar ederek açıklama getirmek isterim. İçkinin, insanın beyin hücrelerini tahrip ederek, akli fonksiyonlarını geçici olarak dumura uğratması; alkolik kimselerde alkolün, tamamen akli melekelerin ve hafızanın kaybedilmesine kadar gidebilen tablolara sebebiyet verdiği görülmektedir.

           Zararlarından uzak durulması insanlık borcu olan bu alışkanlıkların, tamamen terk edildiği ülkemizin görüntülerine az kalması temennilerimle...

           Saygılarımla...

           DEVAMI: ATASÖZLERİMİZ/ VECİZELER/ GÜZEL SÖZLER/ TEKERLEMELER(3)' TEDİR.
« Son Düzenleme: Mart 15, 2017, 11:54:03 ÖS Gönderen: is »